Albert Einstein

Epey bilindik bir hikâye var. Albert Einstein’a Özel Görelilik teorisini hiç bilmeyen birisine nasıl anlatırsınız diye sorduklarında şöyle cevaplamış:

Elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içerisine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir; güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. İşte izafiyet budur!

İnsan, yaptığı işi kendi arzusuyla yapınca zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Ben bu duruma “ânda kaybolmak” diyorum. Bir, sevdiğiniz arkadaşlarınızla oturup konuşurken zamanın ne kadar çabuk geçtiğini düşünün, bir de sevmediğiniz… Neyse, yukarda Einstein daha güzel bir örnek vermişti zaten, konuyu uzatmadan anlatmak istediğim yere gelmek istiyorum.

Eğer aileden gelen bir servetiniz yoksa — ki benim yok :-) — çalışmak ve para kazanmak zorundayız. Peki çalıştığımız işi severek yaptığımızda mı yoksa sevmediğimiz bir işi yapmak zorunda kaldığımızda mı mesai süresi daha uzunmuş gibi gelir? Cevabınızı duyabiliyorum, evet aklın yolu bir… Kapitalist sistemin gönüllü köleliği altına girelim minvalinde değil bu sözlerim, yanlış anlaşılmasın.

Bence erken yaşlanmanın nedenlerinden biri de bu olabilir. Düşünsenize her gün sevmediğiniz işe gidiyorsunuz ve iş yerinde gözünüzle ikide bir saati kontrol ediyor, mesai saatinin bitmesini dört gözle çekiyorsunuz. Bir türlü de bitmiyor tabii. 40 yaşında işini sevmeyerek yapan bir kişinin, 60 yaşında işini severek yapan birinden daha yaşlı gözükmesinin nedeni. Çünkü zaman daha yavaş akıyor onun için!

Mutlaka çalışacağız. O halde sevdiğimiz işi yapmalıyız… Bu önerme baştan aşağı adaletsizlik kokuyor, kabul ediyorum. İnsanların her zaman sevdiği işi yapma gibi bir şansı olmuyor ve bunun sorumlusu da çoğu zaman kendileri değil. Başka bir yazıda bu meseleye değinmek isterim. Şimdilik ana konumuza geri dönelim.

Bundan 5 sene önce, hayatımda ders çalışmadan, iyi olmayan bir puanla, kötü bir liseyi bitirmiştim. Pardon 6 sene olmuş, zaman çabuk geçiyor… :-) Konumuza uygun espri yapayım dedim. Şimdiyse her gün kütüphaneye gidiyorum ve ders çalışmaktan zevk alıyorum. Bu dönüşümü nasıl yaşadım ki? Hep içimde bir yerlerde öyle bir ilgi vardı ve keşfettim mi, yoksa sonradan mı kazandım? Benim düşüncem, sonradan kazandığım yönünde. Peki nasıl kazandım?

Çoğu seçimlerimizi, bilinçaltımız şekillendiriyor. Yani bir öğrenci ders çalışması gerektiğini pekala bilir ama ders çalışmayı seçmek istemeyebilir, onun yerine zevk aldığı uğraşlara yönelir ve o uğraşılarla zamanını harcar. Peki bu faydasızların en faydalıları olan işleri (matematik, felsefe, sanat, müzik, fizik, edebiyat gibi şeyleri kastediyorum) nasıl sevebiliriz?

Öncelikle bu disiplinler derinleşme, vakit ayırma, konsantrasyon ve disiplin gerektiriyor. Yani hevesli olmak başlangıç için işe yarasa da, uzun vadede daha etkili bir “şeyler” bulmalıyız. Kendi fikrim, bu işlerle uğraşmak isteyenlerin “sabır” duygusu (duygu mudur acaba?) gelişmiş olmalı. Yani sabretmeyi sevmeli. Hatta kendini sabır gerektiren işlere adayarak bu duyguyu geliştirmeli. Mesela ben boya yapmayı seviyorum, çünkü belirli bir süre aynı işi tekrarlı ve intizamlı bir şekilde yapmayı gerektiriyor. Veya yer fıstığı kabuğunu soymayı sevdiğim için, kabuklu yer fıstığı alıyorum, hem daha ekonomik, hem de sabrımı geliştiriyor! :-)

Diğer bir nokta: Rol model(ler) bulmak. Eğer doğru kişiye öykünüyorsak, bu müthiş bir şey! İlgi alanımıza ait başarılı insanların nasıl hayatlar yaşamış olduğuna bakmanın olağanüstü faydalı olduğu kanısındayım. Kitap okuma merakımın (pek fazla okuyabildiğim söylenemez kabul ediyorum, fakat yine de bir sıfırdan büyüktür) nereden geldiğini anlatmak istiyorum. Küçükken Ezel dizisinin hastasıydım ve Tuncel Kurtiz’in canlandırmış olduğu Ramiz Karaeski karakteri epey okumuş, bilge bir insandı. Çevresindeki insanları kolayca manipüle edebiliyor, hayat ve ilişkiler üzerine aforizmalar söylüyor, insanlara nasihatte bulunuyordu. Ramiz Karaeski’nin sahip olduğu bu özelliklerden çok etkilenmiştim. Bunun nedeninin kitap okuması olduğuna kanaat getirdim ve ona özendim. Sonra Ramiz Karaeski karakterini değil de, Tuncel Kurtiz’in hayatını araştırdığımda çok daha kıymetli şeyler öğrendim. Bir başlangıç noktası bizi hayal bile edemeyeceğimiz noktalara götürüyor. Bitmek bilmez merak ve rol model bulmanın önemini açıklayabilmişimdir sanırım. Bu arada tek bir rol model de olmak zorunda değil, hatta olmamalı. İnsan tek tip değil, yani şiir seven bir sayısalcı olamaz gibi bir mantık kabul edilemez. Ömer Hayyam üçüncü dereceden denklemlere genel bir çözüm ararken, bir yandan da müthiş rubailer yazıyordu. Sayısalcı, sözelci gibi kavramlar arasına sıkışıp kalmayı gereksiz buluyorum.

Bütün disiplinler için geçerli midir bilmiyorum ama, genelde pozitif bilimler için geçerli olan bir şey ise şudur: kendi yaratmadığın şeye sahip olamazsın. Yani bir formül varsa bu gökten inme değildir, muhakkak ispatı vardır. O halde, o ispatı ilk yapan insan yerine kendimizin geçip, tekrar o ispatı bu sefer biz yapmalıyız. Bunun yanı sıra ispata ruh kazandırmak için, o dönemin arka planını, tarihsel gelişimini ve süreci de öğrenmeye çalışmak faydalı olacaktır.

En kıymetlilerden birisini sona sakladım: merak. Her insan illaki bir şeylere meraklıdır, bu su götürmez bir gerçek. Neleri merak ettiğimiz çok kıymetli. Faydasızların en faydalıları hakkında derin bir merak duygusuna sahip olmak için, yukarda saydığım etkenler bence çok önemli. Sabır, öykünme, sorgulama / hemen kabul etmeme (ispat), tarihsel arka plan. Son adım ise, adımları teker teker ve sakince çıkmak. Pozitif bilimlerde bu çok çok önemli. Köklü ifadeleri bilmeyen birisi, integral alamaz.

Bunlardan bahsederken, bir itirafta da bulunayım bari! Son Kalkülüs sınavından epey düşük bir not aldım. Eğer buraya kadar okuduysanız, sürprizi sona saklamıştım :-) Neyi yanlış yaptığını bilmek kıymetlidir, ben de bildiğimi düşünüyorum. Türk teknik direktörler gibi noktalayayım: “hatalarımızdan ders çıkararak devam edeceğiz.”

Sevgiler.